En az okumamak kadar önemli bir sorunumuz da okuduğumuzu anlamamak, anlasak da kitap bittiğinde ön ve arka kapakları arasında bırakmak. Bahsedeceğim kitabın adı konuluş amacındaki ironi itibariyle bu anlamda yerine otursa da her kitap kurdunun ama özellikle editörlük, yazarlık, yayıncılık gibi işlerle uğraşanların, uğraşmayı düşleyenlerin, genç yazara tavsiyeler arayanların okumasını önemsiyorum: Yayıncılık Manifestoları Şenol Erdoğan’ın editörlüğü ve Anıl Karol’un çevirisiyle Sub Yayın’dan çıktı. (Şu günlerde hazırlanan ikinci baskıda “Herkesin Oku-ma-ması Gereken Kitap” ikinci adı yok.)
Yayıncılığın tüm kollarında dünya -özellikle Batı ülkeleri- için geçerli olan birçok kodun Türkiye’de karşılığı yok. Bu yüzden yazarlık, editörlük, yayıncılık gibi konularla ilgili çeviri eserleri okuyunca memleketten ümidini en çok kesmiş ben bile bir an motive olup kendimi sayfaların, kapakların, yazının koluna atmak istiyorum bir heves.
Ne var ki piyasadaki karşılığı pek öyle olmuyor. İdealist ve nitelikli işler üretmek isteyen yayıncılar batmasalar bile çok küçük kârlarla yola devam etmeye çalışıyorlar. Yazarlar ise edebi kalibreleri ne olursa olsun coğrafyayı, okumayan insanları, standart okurları ve onların talep ettiği çok satanları, kitapçıları, editörleri, yayıncıları suçluyorlar -ki hiçbiri tam anlamıyla masum sayılmaz.
Şenol Erdoğan’ın bir araya getirdiği yayıncılık manifestoları tadındaki denemeleri içeren bu kitapta özellikle Matthew Stadler’ın makalesi bana buruk bir sevinç aşıladı: Bazen Türkiye’ye özel gibi gelen kimi durumların aslında tüm dünya kültürü ve yayıncılığı için geçerli olduğunu bir kez daha “oralardan” anlattı.
“Yayıncılıktaki kriz, kitabın bir meta ve alışverişe bağlantısı noktası olarak çöküşüdür,” cümlesiyle başlayan yazı, kanayan yaramızı on ikiden vuruyor.
Stadler’ın makalesi, alışveriş kültürü ve kapital anlamda “piyasaya” entegre edilmeye çalışılan yayıncılığın girdiği kriz karşısında, bağımsız yayıncılığın dinamiklerini anlatırken bir bakıma bunun çok uzak olmayan geleceğine dair de öngörüler sunuyor. En güzel tarafı da bu argümanları underground ya da bağımsız tavrın romantik, marjinal, slogan söylemleriyle değil gerçek örneklerle anlatıyor.
Nedir gerçek örnek: Bizzat Stadler’ın harekete geçirdiği ve benzeri başka oluşumlarla birleşe birleşe büyüttüğü bir bağımsız yayıncılık ağı. Adı Publication Studio. 2009’da Oregon’da kurulan, her defasında tek adetlik kitap baskısı yapan yazıcılarla, cilt makineleri ile başlayan bir üretim merkezi. Bir koldan e-kitap işlerini de yürütüyorlar, aynı zamanda sanatçıların bir araya geleceği bir mekân işlevi de görüyor burası. Yalnızca edebi metinler değil, artbook ve photobook da basıyorlar.
Dünyada Amazon sayesinde bilinen, talebe göre baskı (print on demand, PoD) tekniğinin, ne kadar önemli imkânlar sunduğunu ve bu teknik sayesinde yol alabildiklerini anlatıyor.
Şimdi, baştaki “Bunu Türkiye’ye nasıl uyarlayacağız?” sorusu yine karşımıza çıkabilir. Çünkü Türkçe okuru hâlâ sayısı ve çeşitliliği kısıtlı, belli yayınevlerinden ve kitapçılardan başını kaldırmaya pek teşne olmayan bir kitle.
İşte burada, asıl kafamızı açan kısım geliyor: Stadler’ın kitle, çok satarlık, ünlülük, yayılım gibi durumlara getirdiği yaklaşım, hemen her türün hatırı sayılır bir okuru olan Batı ülkelerinde bile su götürebilecek noktalara sahip olsa da Türkiye’ye birebir uyuyor.
“Başarmak mitolojisi” tanımı burada benim için en çarpıcı tanım oldu. Türkiye gibi, “gelişmekte olan” görünümlü, gelişmemiş üçüncü dünya ülkelerinde her şey bir düğün tadında, bol gösterişli içi kof bir merasim olduğu için, biz mesleğimiz, alanımız ne olursa olsun önce maddi yanına -ister istemez- bakıyoruz.
Söz konusu meslek, yazarlık da dahil olmak üzere yaratıcı işlerse, işin içine bir de ünlülük ve çok satarlık arzusu giriyor. Bunu istemekte hiçbir ayıp veya sakınca yok ama Stadler’ın bahsettiği bu “mitoloji”nin boğucu kollarına düşmemekte de fayda var.
Bugün okur sayısından çok yazar adayı sayımız var, bu istatistiki bir veri olmasa da gerçekliği su götürmez. Üstelik bu yazar adayları, girmeye çalıştıkları bu yoldan öylesine habersizler ki izlemeleri gereken yolun asgari haritasını bile bilmedikleri gibi çok masumane, çok çocukça beklentilere sahipler. Bu da işin sonunda ya temelsiz bir öfkeye ya düş kırıklığına ya da ikisine birden dönüşüyor.
Geçmişte dosyalarının ön elemelerini yaptığım yayınevlerine ve bir bağımsız editör olarak bana gelen yazar adayı dosyalarına baktığımda birçok eleştiri alacağımı bilmekle birlikte açıkça söyleyebilirim ki yazar olmayı, ünlülüğün yeni bir yolu olarak görenlerin sayısı hiç az değil. Yoksa hayatları boyunca doğru düzgün kitap okumamış, asgari dilbilgisini bir yana bırakın; bir duyguyu, bir fikri en süssüz şekilde bir e-postada bile nasıl ifade edeceğini bilemeyen yazar adayları, binlerce kez yazılmış, denenmiş kurgularla neredeyse yeniden yazım seviyesinde benzeşen dosyalar yazıyorlar.
Bir edebiyat öğretmeni adayına lisans öğrenimi boyunca Orhun Yazıtları’ndan en azından 90 öncesi Türk Edebiyatı’na kadarki dönemlerin, yine en azından belli başlı örnekleri, özellikleri anlatılır, değil mi? Bu örneği tüm mesleklere uygulayabilirsiniz. Yazar adayının edebiyat tarihini bilmesini değil, en azından yazmanın, yazarlığın bu teknik yönünü bilmesini örnekliyorum burada. Yani bir yönetmenin geçtiğimiz haftalarda sosyal medyada sarf ettiği “asgari eğitimi olmayan sanat eleştirmenliği yapmasın” tadındaki çıkışı gibi bir şey değil. Bir yazar adayı, hiç değilse kendi yazdığı türün örneklerini okumuş olmamalı mı sizce de? Çok basit, çok asgari bir beklenti bu ama Türkiye’de olmuyor.
Sebebi basit: Nitelikle değil nicelikle ilgiliyiz. Yayıncılığımızın bir geleneği yok, olan da bitti. Onun yerine yayıncılık sektörümüz var. Biz doğrudan sektörleştik. Yayınevlerini okurlar, editörler, yayıncılar veya edebiyatçılar değil, tüccarlar yönetiyor. Dertleri iyi edebiyat olsa bile o edebiyatı satabilmek için olmadık kitaplara başvuruyorlar.
Yazar yetiştiren yayınevlerimiz 2000’lerin öncesinde kaldı; artık yazara yatırım yapan yayınevleri değil, kendilerine yatırım yapmasını bol takipçili sosyal medya profillerden bekleyen yayınevleri var. “Senin bir kitabın olsun, profiline #Yazar ekle, sayende biz de birkaç kuruş kazanalım,” diyemiyorlar açık açık ama anlaşmanın dinamiği belli. Hangi alanla ilgili olursa olsun kitap çıkarma şartı varmış gibi bir ortam oluştu. Sertifika almak gibi bir algı… Üstelik taş çatlasa %15’i geçmeyen teliflerle asıl olayı yazarlık olmayanların kendilerine bulundukları lütufun farkındalar bu yayınevleri. 80’lerde her arabesk albümünün, klip işlevi gören bir filmi vardı. 90’larda popçular oyunculuğa soyunmuştu. Şimdi de herkes yazarlığa soyunuyor.
Bu arada herkesin kitap yazmasında, yayımlamasında, okura ulaşmasında hiçbir sakınca yok. Sorun şurada: Gelişmiş bir yayıncılık ortamında o da vardır, bu da; okuma kültürü ve piyasa dinamikleri o kadar gelişmiştir ki o da bulur okurunu, bu da bulur. Türkiye’de ise yeni yazarlar, iyi ama az bilinen yazarlar, nitelikli eserler ve onların yayıncıları, kendileri de okurları oldukları çok satan üç beş yazarın gölgesinde kalıyorlar. Bunda bir gam yok, ne mutlu çok satan nitelikli edebiyata. Ama son 10-15 yılın toplamına baktığınızda göreceksiniz ki icabında çok satan edebiyatın da az tanınan yazarın da Şeyma Subaşı’na veya Metin Hara’ya ezdirildiği bir gün geliyor.
Dönelim Stadler’ın mitolojisine. Stadler, “gönlünüzü kış tutun, yaz çıkarsa bahtınıza” tadında değil de başarı illüzyonuna yönelik olarak diyor ki “Yazarlar, sadece şairler değil, tüm edebi yazarlar -ünlü olanlar dahil- hayatlarını kitap satarak kazanmıyor. Yayıncıların verdiği avansla bir yaşam sürdürebilirler ama büyük avans oyunu tehlikeli bir oyundur ve gittikçe seyrekleşmektedir. Yazarlar parayı başka bir yerden kazanır, yazar olarak edindikleri başarıların getirdiği ödüller, verdikleri dersler ve etkinlikler ile. Bu yüzden kitaplar önemlidir ama kitap satışları çoğu iyi bilinen yazar için bile yeterli değildir. ‘Başarmak’ mitolojisini bertaraf edip genç yazarları bu sahte vaatten uzaklaştırmak büyük önem taşır.”
Bir ek de ben yapayım yazarın başka yerden kazandığı paraya: Dizi ve filmler… Bırakın bir şanslı rüzgâr esip de bir yazara böyle bir teklif gelmesini, artık yeni yazarlar romanlarını bu beklentiyle, senaryoya uyacak şekilde yazmaya çalışıyorlar. Kitaptan kazanamayacaklar, senaryo bilmiyorlar, dizi-film sektöründe çevreleri de yok, en azından buradan başlayalım diyorlar.
Stadler, kendi sistemlerinde yazarın adil bir para kazanma sürecinden sonra (ki onlar kârın yarısını yazara veriyorlar, büyük bir oran) “Yeni ve sürekli kitleler nasıl yaratılır?” sorusuna geçiyor.
Ve bu sefer de kitle illüzyonundan bahsediyor:
“Önemli olan, hayatlarımızı ve kitapların kaderini değiştiren kitleler sayılara bağlı değildir. Öyle olduklarına dair yanlış kanı -kitlelerin sadece büyüdükçe önemli olması; kitle hareketlerinin sadece karşıtı olanı sayıca geçmesi -kitle ve piyasalara dair çok eski bir kafa karışıklığıyla başlar.”
Bu kafa karışıklığını on sekizinci yüzyıldan bu yana biçimlenen kitle ve piyasa ilişkisine bağlıyor ama bunu uzun uzun açıklamak yerine sizi kitabı okumaya yönlendirmek istiyorum.
Kitle meselesinde gerçekten de başkalarının anlayıp bizim anlamadığımız bu nicelik-işlev karmaşası çıkıyor karşımıza; aslında yine düğün örneğine benzetilebilir bu da: Kalabalık olsun, çok satsın, çok konuşulsun.
Mesele en nihayetinde çok kazanmaksa -ki demiştim, ayıp değil, yargılanabilir hiç değil- o zaman kalabalık kitlelere ulaşmak için çabalamakta sakınca yok tabii. Ama amaç, Stadler’ın şu tarifindeki, “empati, paydaşlık, duygu ve düşünce ortaklığı”, yani edebi ve sosyal anlamda nitelikli bir işlevse, o zaman kalabalıklar değil nitelikli bir azınlık; kitaplarınızı okumalarına rağmen sıradan, geçici bir etkiden başka bir şey almayan, üstelik bir yazar-okur duygudaşlığı kurmamış yüz binlerce okurdan çok daha anlamlı olabilir:
“Önceden var olan bir kitle yoktur. Kitleler bilinçli hareketlerle, davetlerle ve etkinliklerle başlar. Bir kitle, yabancılara açık herhangi bir tanımlı alanda ortaya çıkabilir -bir sokak, toplantı salonu, plaza, park ya da bir kitap- ve bu kitle en iyi, küçük, resmi anlamda açık ve aşılması gereken bir eşiğin olduğu yerlerle desteklenir. Açıkça ve ima yoluyla yapılan bir davet can alıcı öneme sahiptir. Bunun iyi bir örneği açıp kapatılabilen bir kitap kapağıdır.”
Bu yazının ilk taslağını gönderdiğim, yaklaşık bin kişilik bir e-bülten abone listem var. İçlerinde okurlarım da var, sektörde yer alan, bazıları hiç tanışmadığım ama kendilerini bu listede bulup gitmeyenler de. İlk e-postalarda üçer beşer eksilmeler oldu. Başta üzücü oluyor bu ama gidenlerin sayısı azalırken gelenler artmaya başladı. Şimdilerde ise gidenler durdu, gelenler artmaya devam ediyor. Burada, yazdıklarımdan hiç hazzetmese de sırf meraktan takip edenler de var, ne yazdığımı merak edenler de. Her durumda, biz buradayız, birlikteyiz, bir ortaklık kuruyoruz ve bu e-postaların yüz binlerce kişiye gitmesinin muhtemel ayrıcalıklarına burun kıvırmamakla birlikte kendimi ve yazılarımı güvende, değerli hissediyorum.
Farklı konularda onlarca kez söyledim, yine söylüyorum: Yazdıklarınızla aranıza üçüncü unsurları (okur, editör, yayıncı, aile, vs.) en azından ilk taslağınızı bitirene kadar koymayın. İşleriniz gerçekten iyiyse, doğru hamleleri yaptıysanız, şansınız da varsa yüz binlerce okunmanın güzellikleri kuşkusuz vardır, hiçbirimiz istemezlik etmeyiz buna. Ama doğru ve nitelikli azınlığa ulaşmak öncelikli ve asgari tatmin noktası olmalı kanımca. (Maddi kısma hiç girmiyorum; kendimle en gurur duyduğum noktalardan biri, bir biçimde içinde olmama rağmen banka hesabımı ve ekonomik gelirimi Türkiye yayıncılığına bağlı hale getirmemiş olmamdır.)
İlk romanım -ve her zaman en özel romanım olacak- Kadran Kadraj, basiretsiz yayıncıların elinde harcanmasına rağmen, bin adetlik ilk baskının ulaştığı, tanıdığım tanımadığım hiçbir okurdan kötü dönüş almadım. En kötü yorum EkşiSözlük’teki “kitabı yarilamak üzereyim kitabı sevdiğim pek söylenemez ama her boş anımda da okuyorum garip bir kitap” yorumu oldu ki en sevdiğim yorum da bu.
Kadran Kadraj‘ın yüz binlerce okura ulaşması beni mutlu ederdi ama orada olduklarını benim bile bilmediğim yerlerden çıkıp klavyemden bilgisayara dökülen o duygular ve fikirler için kendiliğinden oluşan bu yıllanmış duygudaşlık, doğru izleri takip ettiğimi hissettiriyor.
“Başarı mitolojisi” çok güzel bir ifade, bana bu yazıyı yazdırdı. Yayıncılık, yazarlık, editörlük gibi konularla ilgiliyseniz bu Yayıncılık Manifestoları kitabı hoşunuza gidecek.