Çünkü yazarı okurundan fazla olan güzide ülkemizin yayıncılık koşulları yabancı dizilerde-filmlerde gördüğümüz gibi bol köpüklü latte tadında değil. Daha önce de olmadı, artık hiç değil. Bunun pek çok değişkeni ve hatalısı var. Neden mailinize cevap verilmediğini, neden adı hiç duyulmamış yazarların basılmadığını, yayınevleri ve editörlerin ne dertleri olduğunu merak ediyorsunuz, biliyorum.
Önce kitapla uğraşan insanlar oldukları için romantik yaklaşıyor, cevap gelmedikçe sinirleniyor, olumsuz cevaplarda düş kırıklığı yaşıyor ama hiç gelmeyen cevaplarda bir süre sonra hepsinin burnu büyük tipler olduğuna karar verdiğiniz editörlerin, mesai aralarında bir araya gelip dosya başvurularını okumadan silme partisi yaptıklarını hayal edip bileniyorsunuz, biliyorum…
Biliyorum çünkü tanıdığım tanımadığım onlarca insanın bu konuyu çokça sorduğu kişilerden biriyim. Bazı üslûp hataları ve yayın/edebiyat dünyasını hiç bilmeden, sadece yayımlanma kısmıyla ilgilenip “yayınevleri bana cevap vermiyor” serzenişinde bulunanlar haricinde şikâyetim yok. Neden olsun, bu siteyi açtığımda amacım tam da bu konularda bildiklerimi anlatmaktı.
3K Atölye‘nin ilk yazısı “Yayınevlerine Kitap Dosyası Göndermek“ti. Tamamlanmış bir dosyanın yayınevlerine gönderilme aşamasına dair teknik detayları ve belli başlı yayınevlerinin dosya alım koşullarını anlatmıştım. Dönem dönem güncellediğim bu yazıda anlattıklarımı burada tekrar etmeyeceğim. Teknik detaylar için o yazıyı okuyabilirsiniz. Burada daha ziyade “Neden olmuyor?”u konuşacağız.
Yazar Yalnızdır, Zaten Öyledir, Çünkü Öyledir
Şu konuyu baştan netleştirelim sevgili dostlar: Bir yazar olarak, bir insan olarak olduğunuzdan daha da yalnızsınız. Zaten tek kişilik bir eylem olan yazmayı seçerek bunu baştan kabul etmiş olmanız gerekiyor.
Ancak işin sektörel yahut kariyer tarafında da durum aynı: Kitabınızı ülkenin en iyi yayınevleri bassa bile yalnızsınız. Daha ne yazacağınızı belirlemeden, imza kuyruğuna girenleri hayal ederseniz; henüz kalem kâğıda, parmak tuşa dokunduğu anda okuyanların sizi ne yazarsanız daha çok seveceğini düşünürseniz; hayalinizdeki yayıneviyle sözleşme imzalar imzalamaz kalan tüm işi editörlerin, yayıncıların, pazarlama çalışanlarının yapacağını sanırsanız, çocuğunuz ölü doğacaktır.
Adınızı, tavrınızı, kelimelerinizi tanıtacak, taşıyacak, çoğaltıp eksiltecek, okura ulaştıracak olan, sizsiniz. Bu hem pazarlama-tanıtım hem de bir yazar olarak yaşamak anlamında geçerli. Bu yüzden Türkiye’de veya dünyada, herhangi bir yayınevinin her şeyi ama her şeyi sizin adınıza yapacağı beklentisinden en başta kurtulun.
Ha, çok satan yazarların arkasında dört dönen yayınevlerini gördüğünüzü biliyorum. Eh, orası vergi levhası olan, kâr-zarar dengesi üzerine kurulmuş bir ticarethane. Yazarın satış rakamı arttıkça aklı başında bir yayınevi de onu elinde tutmak için elinden geleni yapacaktır tabii. (Bu arada Türkiye’de “iyi yazarını elinde tutma” başarısını uzun süre koruyan pek bir yayınevi örneği yoktur, ayrı konu.)
Elbette yayınevlerinin yapması gereken çok şey, bunları yapan ve yapmayan belli adresler var. Ama bu yazının asli konusu, kendine inanmak için asgari şartları sağlamış bir yazarın tek başına değilse de yalnız yolculuğu. Bu asgari şartlara da aşağıda değineceğim.
Yazdıklarım Çok mu Kötü?
Bunu bir tür kişisel gelişim yazısına çevirip de “Haaayır, değiil, yaptığın şeye inanmalısın. Önünde sonunda yolunu bulacaksın!” demeyeceğim. Bu yazıda anlatacağım hemen her şeyde, dosyanızın edebi anlamda iyi veya kötü olması konusunu bir miktar paranteze almak durumundayım. Çünkü durumun bundan daha öncelikli aşamaları var.
Ama bu, reddedilen her eserin aslında değeri bilinmemiş bir başyapıt olduğu anlamına gelmesin. Tersi de geçerli: Basılmış her eser bir noktada iyidir diye bir şey yok. Tabii ki yok! Raflar berbat ama birçoğu en azından birkaç baskı yapmış kitaplarla dolu.
Ama en önemlisi de, yayınevlerinin çoğu zaman sadece edebi niteliğe değil, bazen ondan daha çok ticari niteliğe baktığı. Özellikle de bugünün agresif ekonomik ve yayıncılık koşullarında. Merak etmeyin, yayınevlerini savunmak için burada değilim. Ama sizin -en azından hepinizin- tarafınızda olduğum da söylenemez. Onu da aşağıda açıklayacağım.
Ehonomi Çoh İyi! (Murat Arda’ya Selamlar!)
Yayınevlerinin yeni yazarlara, yazar adaylarına hatta bir zaman bir yerlerden kitabı çıkmışsa da çok ses getirmemiş veya ortalarda pek görünmeyen yazarlarına bile (buna bir dönem ben de dahildim ve tekrar dahil olmayacağımın hiçbir garantisi yok) portföylerinde yer vermemesinin en büyük sebebi, malum, ekonomi…
Bazen sosyal medyada “Keşke yayıncılar/editörler yeni sesler arasa, yeni yazarlar bulsa, yeni editörleri usta-çırak ilişkisiyle yetiştirse,” gibi misyon biçen paylaşımları hepimiz görüyoruz. Heveskâr bir gençken ben de yazdım böyle şeyleri, Facebook yılda bir kez hatırlatıyor. Mantıken olması gerekeni dile getirseler de Türkiye gerçeğinden epey uzak olan bu romantik beklentileri ikinci bir reform yahut rönesansa kadar rafa kaldıralım lütfen.
Zaten editörler, redaktörler, çevirmenler üç kuruş paraya deliler gibi çalışıp çalıştırılırken bir de bu insanlardan “Neden yazar keşfetmiyorsun?” hesabını sormak biraz ayıp oluyor. Bırak keşfi, Türkiye yayıncılığında bu departmanlardaki hemen herkes bir diğerinin iş tanımını da yapmak zorunda.
Ha, bu demek değil ki maillere olumsuz da olsa dönmemek gibi bir kabalığı haklı görüyorum. Bunda da sorun, birer çalışan olan editörlerin değil hem dosya alımını açık tutan hem de editörlere bu maillere bakma nefesini aldırmayan patronlarda. Bu konuda açıksözlü yayıncılarla da tanışmışlığım var, “Ben tüm dosyalara bakmaya çalışsam sırf bunun için bir editör almam lazım,” demişt, “Bunun maaşı, sigortası, vergisi var; nasıl ve neden alayım?” gibi bir gerekçeyle bitirmişti. En azından ne yaptığını biliyordu ve dosya alımı yapmıyordu. Bu da bir şey…
Geçtiğimiz günlerde “Yayınevi deneyimi olan çalışma arkadaşı arıyoruz” diye bir ilan gördüm sosyal medyada. Hangi departman için sorusunu sorduğum yorumumu silen yayınevi hesabı bana şu mesajı yazdı:
“Her pozisyon için:) Bu kadar küçük bir yayınevinde kitap kapağı hariç herkes her şeyi yapıyor.”
Ekranın başında tuhaf bir sırıtmayla kalakaldım. Aynı anda bu kadar haklı ve haksız olan bir cümleye uzun zamandır rast gelmemiştim…
En büyük sebebi ekonomi dedim; burada bilimsel bir denklem var, ekonomi biliminin temelindeki denklem: Arz-talep…
“Kitle” Aldatmacası
Yayıncılığın görece geliştiği ülkelerdeki örneklerden bahsedip “Anne bizde niye yok!” dediğimizde temelde bahsettiğimiz fark şu: Gelişmiş ülkelerde ne yazarsanız yazın; tür, konu, tarz fark etmeksizin “okuma talebi” yani okur pastası içerisinde belli bir yeriniz oluyor. Ama bu yeri lütfen büyük şöhret olmakla, kitaplarınızın onlarca baskı yapmasıyla, kitlelerin arkanızdan koşmasıyla karıştırmayın.
Biz kitle deyince çıtayı hemen Orhan Pamuk çıtasına koyuyoruz. Milyonlarca veya en azından on binlerce insana ulaşmadıkça kendimizi başarısız sanıyoruz. Oysa yazma disiplinini kotarmış bir yazar için sıradaki öncelik, bakın nihai hedef demiyorum, öncelik, kendisini en iyi anlayacak, yazdıklarında buluşabileceği bir okur kitlesine ulaşmak olmalı. Diğer türlüsü gerçekçi olmadığı için ciddi düş kırıklıkları getiriyor. Yakında “Yazarın Kendi Tanıtımını Yapması Meselesi”ne dair bir yazı yazacağım için bu kısmın detaylarını oraya bırakıyorum. Ama giriş babında şu videomu izleyebilirsiniz:
Amerika’da veya Avrupa’da yayıncılığın muazzam işlediğini iddia ettiğim düşünülmesin. Tamamen bir terazi üzerinden konuşuyorum. Okumaya, yani kitaba dergiye talep olduğu için, yaptığı işte ısrar eden, üretmeye ve hep daha iyisini ortaya koymaya çalışan, sadece kendi yazdıklarıyla değil edebiyatın bugünüyle ve tarihiyle ilgilenen her yazarın yüzünü bir biçimde güldürecek bir ortam olabiliyor oralarda.
Bizde pek çok yazar için, bir söyleşi yapmak, okurlarıyla imza gününde buluşmak, bir fuara veya kitap turnesine çıkmak gibi hayal olan şeyler, yayıncılığı gelişmiş ülkelerde standart prosedürler. Biz kitabımızın basın bülteni bir yerlerde yayınlandığında bile mutlu oluyoruz. Zaten milyonlar satma ütopyasının dışında bir yazar ne ister ki? En azından yayımlayacak kadar kendisine güvenmiş olan yayıncısının bu gibi çalışmalarla ona arka çıkması…
Dolayısıyla, okumak ekonomik anlamda bir lüks, kültürel anlamda “entel dantel işler” olarak görülmediği, insanların dergilere ve kitaplara şans verdiği bir ortamda, yayıncılar da çok satması garanti olmasa da ümit vadeden yazarlarla bir yolculuk denemesini göze alıyor.
Bu bizim için geçerli değil tabii. Artık hiç değil…
“Yayınevleri Kitabımı Neden Basmıyor?”
Ne demiştik; “O” yayınevleri kitabınızı basmayacak. “O” yayınevlerinin hangileri olduğu açık. Klasik usulle, dosya gönderip sonuç beklediğimiz yayınevleri. Paranızı veya muhtemel teliflerinizi talep edenler değil…
Türkiye’nin kültür iklimi hiçbir zaman bahar olmadı. Üzerine şimdi ekonomik iklimi de kış. Bu ikisi bir araya geldiği için, sevelim sevmeyelim, övelim yerelim, tüm yayınevleri ciddi ekonomik sorunlarla karşı karşıya. “Banka yayınevleri de mi?” diyeceksiniz, evet, onlar da. “O büyük yayınevleri de mi?” diyeceksiniz, evet onlar da… Belki kitap programlarını küçültecek kadar değil ama baskı adetlerini azaltan veya kâğıttan kâr etmek için sayfaların kenar paylarını dibine kadar çeken banka yayınevlerini biliyoruz.
Yayınevlerinin masraflarına şöyle hızlıca bakalım mı? Kâğıt masrafları bunun çok küçük ve artık bilen bilmeyen herkesin ahkâm kestiği kısmı. Sadece kâğıdı değil, matbaa sürecinin hemen tüm kalemleri döviz üzerinden değerleniyor. Döviz arttıkça basım maliyeti artıyor.
Yayınevi çalışanlarının ödemeleri (ki biz garibim editörler, yazarlar, çevirmenler ve mutfak ekibi, tüm ağ içinde en düşük dilime sahibizdir), ofis masrafları, şirket ödemeleri ve vergiler, basıma hazırlanan kitabın dağıtım ve iade süreci falan derken ortaya çıkan masrafın en az yarısının doğrudan dövize endeksli olduğunu söyleyelim. Kalan yarısı da zaten dolaylı olarak dövize endeksli. Yani kâğıdı Euro’yla, dağıtım için gereken akaryakıtı Türk Lirası’yla almak çok ayrı durumlar değil, malumunuz. Zira her şeyimiz artık dövize ve dışa bağımlı.
Pandemi etkisini hiç saymıyorum.
Burada uzun uzun tekrara düşmemek için yayınevi masraflarını “Kitaplar Neden Pahalı?” sorusu içinde anlattığım şu videoyu da buraya bırakıyorum:
Türkiye hiçbir zaman çok kitap okuyan bir ülke olmadı. Ama medya ve iletişim araçları sınırlıyken, yani internet diye bir şey yokken elbette bir kitabın, derginin, gazetenin hatta fanzinin bile gördüğü ilgi ve işlev bugünkünden epey farklıydı.
Dağıtım da aynı şekilde, asla adil ve tekelcilikten azade değildi. Ama refah seviyesinin altın çağını hiç görmesek de belli bir insani koşul çerçevesinde yaşanabildiğini, özellikle bugüne kıyasla söylemek yanlış olmaz.
Bu doğrultuda, vaktiyle belli bir dönem içerisinde, en azından idealizmini belli ölçülerde henüz kaybetmemiş yayıncıların gerçekten de yeni yazarları keşfettiklerini, bugünkü görece profesyonel telif ve sözleşme koşullarında olmasa da bir şekilde okurla buluşturma yolunu açtıklarını biliyoruz. Kimi zaman eski Unkapanı İMÇ tarzında “Sen de birkaç lira ortaya koy,” denildiği de oluyordu ama en azından moda deyişle “no name” bir yazarın kitabı okura ufak ufak ulaşıyordu. Özellikle 80-90’lardan beri kitaplarını okuduğumuz birçok ismin çıkışı buna benzer biçimlerde olmuştur.
Dönemin dergilerinde, fanzinlerinde küçük küçük bir şeyler yazanlar veya elinde dosyasıyla bir yayınevinin yolunu tutanlar için de daha çok şans vardı. (Yıl 2009, elinde dosyayla kapı kapı gezen yazar adayları neslinin sonuncusu ben olabilirim ki bana da çok yerde tuhaf tuhaf bakıldığı olmuştu.)
Bugün ne yazık ki hiçbir editörün veya yayıncının böyle bir lüksü yok. Şansı olsa yeni yazarlarla, dosyalarla ilgilenecek olanların bu ekonomi koşullarında yeni dosyaları okuyacak, takip edecek, eser hem ticari hem edebi anlamda ne kadar ümit vaat ederse etsin “Hadi bir deneyelim,” diyecek bir ortam kalmadı.
Peki O Zaman Kimin Kitabı Basılıyor?
Agresif bir yerden bakınca akla ilk gelen cevap açık: Ünlüler, sosyal medya fenomenleri, kitlesi olanlar ve yayıncıların arkadaşları, çevreleri… Bu yanlış değil. Yukarıdaki videoda da bahsetmiştim, bugün edebi anlamda iyi ve belli bir okur kitlesi olan yazarları basmaya devam etmek için bile bir koldan Şeyma Subaşı’dan, Metin Hara’dan falan medet umulabiliyor.
Ortamın bu hale gelmesinde büyük sermayeli yayınevlerinin, sırtlarını holdinglere veya bankalara yaslayıp oluşan düzeni kendi dar çevrelerinde sürdüren editörlerin, otuz yıldır gazetedeki köşesinde hazır basın bültenlerinden devşirdiği cümlelerle kitap önerisi yapan amcaların elbette suçu çok ama çok büyük!
Ama Suçun Büyüğü…
“Ulen onun da mı suçlusu biziz?” diyecekleriniz olacaktır ama hayır, mantıken bu yazının 1500 küsuruncu kelimesini okuduğunuza göre sizden bahsetmiyorum. Bu yazıya veya herhangi bir kitaba yahut bir yazının veya kitabın burasına dek yolu düşmeyenlerden bahsediyorum. Evet, okumayanlardan… Ve elbette bu ülkede bir okuma kültürünü geliştirmek için bir şeyler yapmakla görevli olup hiçbir şey yapmayanlardan.
Bakın, okuma kültürü derken Afrika’daki açlığı yok etmek veya dünya barışını sağlamak gibi muazzam bir zorluktan bahsetmiyorum. Diziler, filmler nasıl tüketiliyorsa, kitapların da tüketilmeye teşvik edildiği bir ortam bu kastettiğim…
Okuyan kitle kalabalık olmayınca, okuyanların da muteber bulduğu kitap ve yazar skalası dar oldukça, üstelik standart bir kitabın 40-50 TL’den başladığı ve alım gücünün gittikçe düştüğü bir ortamda yayınevlerinin yeni yazar arayıp bulmaları veya kendilerine dosyası gelen yazarlara öncelik vermeleri imkânsız değilse bile imkânsıza çok yakın.
Yani yukarıda bahsettiğim arz-talep dengesine geliyor konu. Talep az oldukça ve yaratılmak istenmedikçe, arz edilen kitap skalası da dar ve garantici oluyor. Bu garanti kapsamında da satış rakamı yüksek olan yazarlara ya da daha önce kitap yazmış olsun olmasın, sosyal medyada kitlesi olanlara öncelik veriyorlar. Bir de tabii kendi çevrelerinden eşe dosta, tanıdığa.
Madem ticari nitelik bu kadar önemli, o zaman neden eşe dosta kitap basıyorlar diyebilirsiniz. Elbette orada da gözetilen bir ticari durum var. O eş dost da şurada burada bir şeyler yazmış, yazmasa da bir biçimde tanınmış tipler olduğu için ortak faydada bir riske girilebiliyor.
Veya eşin dostun kitabını basmak her zaman kötü mü diye sorabilirsiniz. Elbette değil. Editörü oldukları dergilerde yazılarını okuyup “Hadi kitabını basalım!” diyerek yazar tanıdıklarına destek çıkan iyi niyetli örnekler, bahsettiğim örneklerin dışında.
Bu eleştirdiğim örneklerin hiçbirine uğramadan, küçük basım adetleriyle de olsa okuyup keşfettikleri yazarlarla birlikte risk alan az sayıda örnek de var. İstisna kapısını kapatmak yanlış olur…
Kitap Yayımlatmak Artık İmkânsız mı?
En kısa cevap: Değil… Bu soruya aslında artık klişeleşmiş, eskimiş romantik veya idealist bakıştan çıkarak, bugünün medya ve iletişim teknolojisinin etrafından bakmak zorundayız. Zorundayız diyorum çünkü bu yeni dünyaya bayıldığımı, kapitalist bir ağızdan konuştuğumu düşünmenizi hiç istemem. Lakin bugünün dünyasının dayattığı bazı şeyler var ve bunları açıkça konuşabilmemiz gerekiyor
İmkânsız değil ama “o” yayınevlerinden kitap yayımlatmak nasıl mümkün olabiliyor? Elbette bir yazar CV’si ile. CV çirkin oldu, hadi şuna daha sanatsal olması için portföy veya daha edebi olması için külliyat diyelim.
Tabii böyle deyince de yayınevlerinin, sizin sadece şurada burada yayımlanan yazılarınıza bakacağı anlamını çıkarmayın. O yazıların ne kadar okunduğu da önemli.
Ne demiştim başta: Ne yazık ki sadece edebi niteliğine değil ticari potansiyeline de bakıyor yayınevleri. Bu potansiyeli, gündemde olan türler, eğilimler, konu başlıkları da belirliyor ama en çok da sizin kendi kitlenizi az çok oluşturmuş olmanız belirliyor. Yani illa kişisel gelişim, tasavvuf, kadın hakları, iklim krizi, vampirli veya aşklı genç-yetişkin romanları gibi güncel içerikler yazmış olmanız değil mesele. Daha “alternatif” bir türde üretseniz de asıl mesele kendi doğru kitlenizle entegre olmanız.
Mesela bu konuda sevgili Mehmet Berk Yaltırık‘ın (nam-ı diğer Son Gulyabani) çizdiği yolu çok önemsiyorum ve gıptayla izliyorum. Akademik tarih eğitiminin ve birikiminin üzerine bir koldan eşkıya/haydut anlatılarını bir koldan da yerli korku anlatılarını ekledi ve kendine hem bir ses yarattı hem de bir yol çizdi. Başlarda en çok, Twitter’da flood halinde hikâyeler anlatmayı seçmişti üstelik. Evet, milyonlarca okunmuyor belki ama bir kitap çıkardığında hem kendisi hem yayıncısı, edebi ve ticari anlamda mutsuz olmuyorlardır diye düşünüyorum. Öte yandan kendi kitlesinin okuma zevkine, ilgi alanına yön verebiliyor. Bir video veya canlı yayın yaptığında, burnundan kıl aldırmayan, kitlesine entegre olamamış banka yayınevlerinin canlı yayınlarından bile çok izlenebiliyor sözgelimi… En güzeli de kitlesine bir şeyler öğretebiliyor. Yakın geleceğin nasıl bağımsızlaşacağına güzel bir örnek.
Bugünün dünyasında yayınevleri kitabınızı öylece basmayacak, basamayacak ne yazık ki. Ve bu durum sadece Türkiye için de geçerli sayılmaz artık. Hatta kitabınız çıktıktan sonra da durum değişmeyecek çünkü hiçbir yayınevi sizi “ünlü” yapmak gibi bir yeteneğe sahip değil. Öyle bir misyona sahip olmaları da gerekli mi, tartışılır.
Yayınevinin sizi destekleme gücü ne olursa olsun, işin evvelini ve ahirini siz götüreceksiniz. Özellikle de kanonların, lobilerin, kurumların silikleşip her şeyin ve herkesin bağımsızlaştığı bugünün dünyasında ve sosyal medya düzeninde…
Ben 2010’da yeni mezun bir edebiyatçıyken sırf can sıkıntısından KalemKahveKlavye‘yi açmasaydım bugün zar zor olan pek çok şey de olmayacaktı belki. Sadece kitaplarımın basılması aşamasında değil, sektör dışında ama yine yazıyla, yaratıcılıkla ilgili bir iş anlaşması yaparken de, yayınevlerinden veya yazar adaylarından işler alırken de, bir online atölye/seminer yaparken de arkamda hep KalemKahveKlavye vardı ve var. Benim ve arkadaşlarımın yazıları, destek verenlerle yaptığımız dosyalar, etkinlikler ve KalemKahveKlavye ile edindiğim, güzel şeyler üretmeyi dert edinenlerden oluşan çevrem sayesinde “Birlikte çalışalım,” veya “Basalım kitabınızı,” denildi. Hatta eşimle bile KalemKahveKlavye sayesinde tanıştım ben.
[Buradaki “çevre” kelimesini de torpil, kayırma işleviyle anlamamanızı rica ederim. O konuya da yazarın tanıtım yapması konusunda ayrıca değineceğim. Sırf tanınmak, görünmek ve işgüzarlıkla bir yerlere girmek için herkesle “çok iyi” anlaşarak maymun olmaktan da olanlardan da asla hazzetmedim.]
Mesele Sadece Kitap Çıkarmak Değil…
Hayatınız boyunca hiçbir şey yazmayıp hatta doğru düzgün okumayıp bir anda bir şey yazmak istemiş de olsanız -ki bunun sonucu çoğunlukla hüsrandır- veya herhangi bir şekilde on binlerce takipçili biri de olsanız mesele sadece kitap çıkarmak değil. Üniversiteye girmek gibi düşünün, girince her şey hallolur sanırsınız ama oradan çıkmak da çıkmaktan sonrası da ayrı ve daha zor bir sınavdır hani…
Dolayısıyla “Kitabım çıkacak, kapakta adım yazacak, insanlara imzalayacağım, ünlü olacağım,” gibi popüler tuzaklara kapılmadan, kendinize bir “yazar yolu” çizmenizi öneririm. Çok okuyup çok yazmak zaten cepte ama akacağınız bir ırmağınız olsun. Ve en önemlisi de kaleminizi daima, daima geliştirmek için uğraşın.
Bir blog/site açın mesela. Sosyal medya fenomenliği tadında demiyorum ama düşündüklerinizi, okuyup yazdıklarınızı, sizin gibi düşünen, benzer şeylere ilgi duyan insanlarla paylaşın. Büyük bir şehirdeyseniz söyleşilere, etkinliklere gidin; insanlarla kaynaşın, fikir alışverişi yapın. Size uyduğunu düşündüğünüz mecralarda yazılarınızı yayınlatmaya da çalışın ama “kendi” mecranızı ihmal etmeyin.
Beğenelim beğenmeyelim, edebi nitelikleri ne olursa olsun Wattpad örneği bahsettiğim bağımsızlaşmanın ne kadar güçlü geldiğini gösteriyor. Evet, klasik yayıncılık sektöründe, kültüründe etkin bir yeri yok o hikâyelerin belki. Çoğunluğunu Z kuşağının oluşturduğu başka bir zevk, söylem, evren var. Ama Wattpad’den yayınevlerine transfer edilen yazarların (birer yazar olarak gelecekleri ne kadar muğlak olursa olsun) Türkiye’de ve dünyada gördüğü ilgi, bize önemli ipuçları veriyor. (Örneğin BURADAKİ haber.)
En önemlisi de ne yaptığınızın farkında olun: “Ben ne yazıyorum, nasıl bir yazarım, benim gibi başka kimler var ve yazdığıma benzer neler yazıldı?” Bu ve buna benzer şeyleri bilmeden yol alan o kadar çok insan var ki birkaç yıl öncesine dek bu konularda sadece yayınevlerini eleştirirken artık ilk taşı attıracak bir günahsız olmadığına karar verdim. Bu yüzden yukarıda “hepinizin tarafınızda değilim” demiştim.
Çok okumak, çok yazmak. Yazar olarak yaşamak; yaşama, yazının kadrajından bakmak. Yani koca hayatında yazıp yazabileceği tek tük birkaç parça yazı olup, yayıncılık ve edebiyata dair hiçbir şey bilmeden yol almaya çalışmamak. Eserden çok kendini öne çıkarmak…
Ben yayınevleriyle editör olarak çalışmayalı epey oldu. (Ekonomik konularda anlaşamıyoruz.) Zaman buldukça bağımsız olarak yazar adaylarıyla çalışıyor, buraya içerikler hazırlıyorum. Bana bile, evet “bile”, her hafta şöyle mailler geliyor: “Falanca konuda bir kitap yazdım ama hangi yayınevine gideceğimi bilmiyorum. Yardımcı olur musunuz?”
Beni ukala bulabilirsiniz ama yazdığı konuyla ilgili kitapları basan yayınevlerinden haberdar olmayan, yani aslında yazacağı konuya dair kitapları okumayan bir yazarın yazdıklarından ne umabiliriz?
Bakın bunlar zaman içinde aldığım ve aklımda kalan mesajlardan/maillerden birkaçı.
Ortada bir dergi yok, biz bir dergi değiliz. Okumadığı bir yana, var olmayan bir dergiye yazar olmayı istemek… Hatta olmayan bir dergiyi okumuş gibi “bizim dergimiz” diye numara yapmak… Bunların münferit örnekler olduğunu düşünmeyin. Ben bir süredir yazı alımı gerektiren bir iş yapmadığım halde bana bunlar geliyorsa, yayınevlerindeki editörlerin çektiklerini tahmin edin.
Öte yandan, defalarca reddedilen büyük yazarların hikâyeleri bize yayıncılıkla, yazarlıkla ilgili bazı motivasyonlar verebilir ama kendimizi onlarla karıştırmamamız iyi olur. Başta söylediğim gibi, “yazarı okurundan fazla” bir ülke olduğumuz için, dosyanızın gerçekten de yeterince iyi olmaması ihtimali de yüksek.
Bunu sadece kurmaca eserler için söylemiyorum. Kurmaca dışı işler hazırlayanlar da kendi ilgi alanlarını bazen haddinden fazla önemseyebiliyor. “Bu çalışmanın dikkat çekeceğini düşünüyorum,” diyebiliyor ama burada bir yanılgı var. Şuna benziyor: Sosyal medyada birilerini takip edersiniz, onlar sizin kişisel gündeminize girdiği için herkesin gündeminde var sanırsınız ama takipten çıktığınızda, kısa süre sonra kendinizin bile hatırlamadığını fark edersiniz.
Halbuki bu kültürel, akademik, politik ortamda herhangi bir yayınevine veya okur tipine sizin ilgi alanınıza önem vermediği için kızmanız sadece sizden götürür. Bu benim başıma yüksek lisans tezimde geldi. Ahmet Mithat Efendi’nin hiç çevrilmemiş, yayımlanmamış bir dergisi olan Dağarcık‘ın çeviriyazısını yapmıştım. O kadar önemli makaleler vardı ki… 2012’de savunup mezun olduğumdan beri tezim belki on yayınevine gitti. Hepsi de Mithat’la ve konuyla ilgili yayınevleriydi. Ama olmadı. Bir keresinde tam olacaktı, olur veren editör işinden ayrıldı. Ben de bıraktım peşini, demek ki benim ilgimi çektiği kadar başkalarının ilgisini çekmiyor.
Ama yayınevleri bu ilgi konusunda tek merciler olmadığı için ilk boş zamanımda parça parça günümüz Türkçesine aktarıp yayımlayacağım online olarak. Zaten bahsettiğim “bağımsızlaşma” tam da bu.
“Peki Kendim Kitap Bastırmak İstiyorum Desem?”
Başlıkta “o” yayınevleri diyerek klasik usulle çalışanları kastetmemin sebebi buydu. Çünkü kitabınızı daha çabuk bastırmanın yolu, bu ekonomik ve kültürel ortamın kendilerine en çok yaradığı “selfpublishing” sisteminden geçiyor.
Ben bu sistemi hiç savunmadım, özellikle uzun vadeli bir yazarlık yolu çizmek isteyenler için muteber de bulmadım ama günün ortamında “Benim için şu an önemli olan, kitabımı bir an önce bastırmak,” diyenlere “Madem öyle, şu örnekler var,” diye yol gösteriyorum. Bu “selfpublishing” sistemleri de değişiyor. Mesela “talebe göre baskı” ile çalışan KDY kâğıt üzerinde hiç para almıyor ama sizi kendi anlaşmalı olduğunu iddia ettikleri ajanslarından editörlük hizmeti almaya mecbur bırakmak için uğraşıyorlar. Neticede hiç para almasalar bile tüm masraflar çıktığında yazarın cebine kalan % 30-40 küsurlarda oluyor. Gerçi en fazla %10 veren standart yayınevlerine göre iyi bir rakam ama dezavantajları da var. Bunları KDY ile ilgili detayları yazdığım BU YAZIDA ve anlattığım BU VIDEODA bulabilirsiniz.
Öte yandan Cinius gibi örnekler, maliyetlerini yazarın karşıladığı ve sonuçta talep ettiği telif oranına göre bu masrafların değiştiği paketlerle birlikte tıpkı KDY gibi “talep üzerine baskı” seçeneğiyle de neredeyse ücretsiz yayımlayabiliyor. Ama buralarda da aslında avantaj gibi görünen ancak pek de öyle olmayan ciddi satır araları var.
KİTAP BASTIRMAK · Self Publishing ile İlgili Merak Edilenler yazımı BURADAN okuyabilirsiniz.
Toparlamaca…
Dağınık dağınık anlattığım şeyleri bir mantık sırasında toparlamaya çalışayım:
- Türkiye’nin yayıncılık ortamı, adı ve yazıları hiç bilinmeyen yazarlara hiçbir zaman kollarını açmış bir ortam olmadı.
- Bugünkü ekonomik koşullarda bu riski almak daha da zorlaştı.
- Öte yandan artık yayımlanmanın tek ve öncelikli aracı yayınevleri değil: Blog, web sitesi, e-posta listeleri, sosyal medya “sizin” mecranız olmaya hazır.
- Ama dikkat: Yayınevleri dışındaki mecraları nihai amaca giden geçici birer araç olarak görürseniz de verim alamazsınız. Okurunuzu bulun ve onlarla kalın.
- Önemli olan bunu zorunlu bir mesai değil bir tutku olarak yapmanız ve klişelerden kendinizi kurtarmanız. Bunu yapmakta ve sürekli geliştirmekte ısrar etmeniz.
- Yolun sonunun yayınevlerine çıkmasını arzulamak kaçınılmaz ancak bunu birincil takıntı haline getirmek, yazma tutkusunun her aşamasına darbe vuracaktır.
Bir zaman sonra yayınevlerince yayımlanır, okunur, ün ve para getirirse de çok güzel olur, bu da ayıp değil. Ama mevcut ekonomik konjonktürde, içinde olmayı arzuladığınız kültürel durumla ilgili fikir sahibi olmadan kendinizi parlatmaya; tembellik edip sürekli üretmek yerine bir heves veya özenmeyle başına oturduğunuz tek bir dosyayla, sosyal medyada fotoğraf altı aforizmalarla yol almaya çalışırsanız, son sözüm en baştakiyle aynı: Yayınevleri kitabınızı basmayacak…
Bol şans!
[…] 2021-2022 Notu: Gerek bu yazıdaki teknik meseleler haricinde kalan bazı detaylar gerek değişen ekonomik ve sektörel koşullara istinaden bu yazıyla birlikte mutlaka şunu da okumanızı öneririm: “O Yayınevleri Kitabınızı Basmayacak” […]
[…] yöntemiyle sürüyor, pek emin değilim. Bu konuyla ilgili çok önceleri yazdığım O Yayınevleri Kitabınızı Basmayacak, Çünkü… yazısını okuyabilirsiniz. Hayalleri yıkan bir yazı ama zaten bilen bilir, hayal satmaktansa […]
Herkesin sonucunu bildiği fakat yine de şansını denediği o kitabı basmayacak olan yayın evlerinin engebeli yolları. Kurgusuna gerçekten güvendiğiniz, yazımını tamamladığınız bir kitap. Sonrasında adımınızı dahi atmaya korktuğunuz o uzun ve karanlık yol. Çoğunun sadece uzaktan bakmayla vazgeçtiği dikenlerle örülü kapalı geçit. Yine de yılmamak ve sürekli denemek gerekir diye düşünüyorum.
Samimi bir tavsiye, belki de kapitalinizi selfpublish yerine ingilizceye çeviri için harcayarak yabancı yayın evlerinin denenmesi daha sağlıklı olabilir.
Yaklaşık 30 yayınevine eserimi gönderdim. Bunlardan bir iki tanesi geri dönüş yapıp incelediklerini söylediler. Aradan çok uzun zaman geçtikten sonra ısrarla arayıp sormam neticesinde 2 yayınevi “hayır! eserinizi yayınlamak istemiyoruz!” deyip kapıyı kapattı.
Ne yazık ki süreç, insanları mecburen kişisel destekli yayıncılığa itiyor. Ya da talep doğrultusunda baskı. Şu anda KDY pratik ve kullanışlı olması yönüyle ağır basıyor benim için. Ama pazarlama noktasında insanı düşündürüyor. Nitekim kendi web sitelerinde bile KDY sayfasını bulmak deveye hendek atlatmak gibi.
Bunun dışında ücretini ödeyip 500 adet kitap bastırsam, en fazla 1 yıl depolarında tutuyorlar. Sonra gel al kitaplarını ya da sahaflara toptan vereceğiz diyen yayınevleri de var. İki arada bir derede kaldım. Ama yazarlık kariyeri için sanırım bu kişisel destekli yayıncılık biraz daha ön planda. En azından az da olsa pazarlama ve dağıtım ağları mevcut.
mantıken bu yazının 1500 küsuruncu kelimesini okuduğunuza göre sizden bahsetmiyorum.
Vesselam
[…] sebeplerini, sonuçlarını çokça dile getirdiğim için laf kalabalığı yapmak yerine O Yayınevleri Kitabınızı Basmayacak, Çünkü… başlıklı yazımı okumanız için […]