Yazmak bir disiplin işi, bunu artık biliyoruz… Verim beklenen her iş gibi. Belli bir rutinde, giriş ve çıkış saatleri belirlenmiş bir mesaiye oturur gibi oturup yazmak her açıdan önemli. Elbette esnetilebilen, istisnalara izin veren sınırlarıyla.
İster bir roman üzerinde çalışıyor olun, ister bir öykü veya o an ne için yazdığınızı bilmeden bir şeyler karalıyor olun… Hem nicelik hem nitelik itibariyle “Nasıl yazı yazarım, nasıl daha iyi yazarım, nasıl düzenli yazarım?” gibi sorulara ilk cevabım “yazma rutini oluşturmak” olur.
Her ne kadar yazarlıkla geçinmenin küçük istisnalar haricinde imkânsız olduğu, yayımlanmış kitabı olan yazarların dahi yazma sürecini finanse eden yayın geleneğinin yerleştirilemediği bir ülkede yaşarken ve yazmakla birlikte mutlaka başka işlerden para kazanmak durumundayken “Her gün kâğıdın kalemin veya bilgisayarın başına geçin ve şu kadar süre yazın” demek kulakta pek gerçekçi tınlamasa da konuyu bu verilerle kapatmak da doğru olmaz. Bu yazıda, yazma rutininin kelime sayısıyla yazmakla ilişkisi üzerine konuşacağız.
Vereceğim bazı örnekler içinde bulunduğumuz pandemi koşullarında uzak bir hayatın hayalleri gibi gelecektir ama bu süreci bir gün atlatacağımızı varsayarak, her şey “normalmiş” gibi yazmaya çalışacağım. Yine de açık hava örneklerine takılmayın, evde kalabilmek gibi bir şansınız varsa yani çalışmak, dışarı çıkmak zorunda değilseniz bugünleri verime çevirebilirsiniz.
“Mecburiyetlerim Yazmama Engel Oluyor”
Çok haklı bir cümle, özellikle Türkiye koşullarında. İşten, okuldan, sorumluluklardan ötürü her gün yazının başına oturmak, otursak da verim almak imkânsız gözükebilir.
Yıllardır homeoffice çalıştığım ve kendim için yazamadığım günlerde de işim gereği başka şeyler yazmak veya yazılanları düzeltmek durumunda olduğum için bir şekilde günlük yazma pratiği yapan biri olarak tuzu kuru tavsiyelerde bulunur gibi görünmek istemem. Ama yine bazı yanlış anlaşılmaları düzeltebilirim.
Öncelikle, yazma ritüeli konusuna çok takılıyoruz. Yani çok sessiz, yalnız bir yerde olmak, kahvemizi alıp tütsümüzü yakmak ve transa geçmek gibi, filmlerde, Instagram postlarında gördüğümüz bir yazma ortamı olmazsa iyi bir şeyler yazamayacağımızı düşünüyoruz. Bu bir yanılgı. Tıpkı “kitap okumaya zaman bulamıyorum” sorunsalı gibi.
Oysa zihnin yaratıcı çalışma potansiyeli; sınırlandırılmış, etrafı sarılmış, dar alanlarda çıkmaya daha müsaittir bazen, hatta daha iyi sonuçlar ortaya çıkarmışlığı da vakidir. Önceki paragraftaki gibi bir ritüel ortamına sahip olduğunuz sınırlı zamanlarda kendinizi daha rahat hissedebilirsiniz ama illa bu koşulları beklemek zorunda değilsiniz. Büyük yazarların ve yaratıcılık teorisyenlerinin bununla ilgili beyanları bana da uzak gelirdi, ta ki son romanım Kaosun Kalbi‘nin en hayati notlarını askerde, nefes nefese içtima aralarında ve yorgun uykulardan önce yazana dek. Eğer askerlik, bu romanı yazma sürecime denk gelmeseydi bu kadar içime sinen bir kitap çıkarabileceğimi sanmıyorum.
Gerçekten yazmak, üretmek istiyorsanız, yazmayı seviyorsanız şu cümle çok didaktik gelmeyecektir: Mecburiyetlerin yazmaya engel olması, yazma işini öncelikler sıralamasının dışına atmanız anlamına gelmez. Bir kahve molası, bir toplu taşıma yolculuğu, uykudan önceki yarım saat gibi küçük aralıklarda, elinizin altında hiçbir şey yoksa cep telefonunuza notlar almak da bir rutindir. Zaten sevdiğiniz bir şeyi, uygun bir boşluğa sıkıştırmak da zor gelmeyecektir.
Not Almak vs. Uzun Uzun Yazmak
Burada bir taktik de vermek isterim: Koşuşturmanın, yoğunluğun bol olduğu zamanlarda illa uzun uzun yazmak için zaman kollamak, bu zamanı bulamayınca da pes etmek zorunda hissetmeyin kendinizi. Youtube’daki “Çok Okumak mı Doğru Okumak mı” videosunda bahsetmiştim: Nasıl ki bir fotoğrafçı baktığı her yeri bir kadrajın içinde hayal ederse, bir yazar da gördüğü, duyduğu, düşündüğü şeyleri yazıya dönüştürmenin yollarını düşünür. Bu yüzden günler boyunca uzun uzun yazma şansını bulamasanız bile yakaladığınız o birkaç dakikalık anlarda notlar alabilir, masada bekleyen veya henüz hiç başlamadığınız bir metinle ilgili kendi kendinize beyin fırtınaları yapabilirsiniz. Vakit bulduğunuzda o notları yazıya geçirmek de çok eğlenceli ve verimli olacak.
“Yazmaya Zaman Bulamıyorum”
Yazma ortamı üzerine konuşmuştuk, burada da yazma süresi konusundaki yanlış algıya yönelelim. Tıpkı konforlu bir ortam beklentisi gibi, yazmak için geniş zamanlar beklemek de bir yanılgı.
Prof. Dr. Mihaly Csikszentmihalyi’nin Türkçeye Akış: Mutluluk Bilimi olarak çevrilen, orijinal adı Flow olan kitabında bahsettiği, odaklanılmış akış halini yakaladığımız nadir zamanlar haricinde, belli bir rutin içerisinde olduğu sürece yazmak zaten olağanüstü zamanlar gerektiren bir iş değil. Daha doğrusu zihin, rutin bir yazma seansını saatlerce sürdüremez. Aşağıda, kelime sayısıyla yazma kısmında bunun kimi örneklerini somut biçimde göreceksiniz.
Altını çiziyorum: Bunun elbette istisnaları var. Öyle bir gün ve akış yakalarsınız ki sayfalarca yazarsınız. Kaldı ki vereceğimiz örnekler yazarak geçinebilmiş veya bir biçimde yazmaya saatler ayırabilecekleri bir hayata sahip isimler. Ama yazının başına her oturduğunda sayfalarca üreten yazar sayısı azdır ve bu çoğu zaman verimli de değildir. İdeal ders sürelerinin 20-55 dakika arasında değişmesi de aynı sebepledir: Zihnin bir şeyleri öğrenirken olduğu gibi üretirken de aralıksız çalışma süresi sınırlıdır.
Dolayısıyla “Yarım saat için yazının başına oturmaya değmez,” demeyin. Hatta on beş dakikanın bile hakkını yemeyin. “Yazma ortamı” ve “yazma süresi” ile ilgili buraya kadar bahsettiklerimin özeti şu: Konforlu alanlar ve geniş zamanlar kollamayın. Çoğu kez hayalinizdeki ortamın ve zamanın size arzuladığınız ilhamı, yaratıcılığı ve akışı vermeyeceğini de bilin. Yazmak bu yüzden sürprizli ve acılı bir şey.
“Yazma Rutini Nasıl Olmalı?”
Rutin denildiğinde akla hemen “günlük sıklık” anlamı gelse de kelime bize belli bir sıklığı vermiyor aslında. Yazma sıklığı, yazma rutini elbette günlük olursa verimi de o kadar çok olacaktır. Metnin içeriğinden, ritmik akışından, atmosferinden kopmamak için her gün yazmak önemli, yarım saat bile olsa.
Peki her gün yazmak mümkün değilse? Rutin kelimesinin bize işaret ettiği yere gidin: Yani kendi sıklığınızı belirleyin. İki günde bir, üç günde bir gibi. Haftanın ilk günü herkes için yorucu ve buğuludur; standart bir iş hayatında salı ile perşembe arası, cuma akşamı, pazar günü görece rahattır diyelim, o zaman yazma rutinini bu günlere alın. Veya her gün uykudan önce, yatakta birkaç dakikanızı ayırın.
Klişe bir deyişin belirttiği gibi: Taşı delen, suyun gücü değil damlaların sürekliliğidir. Yazmak da böyle, küçük hamlelerle ilerlemek sizi yavaşlatmaz, aksine, diri tutar. Zihnin çalışma sistemi de kaslar gibidir; saatlerce ağırlık kaldırmanız gerekmez, doğru ağırlıkları doğru sürelerle kaldırmanız sizi bir yerden bir yere taşır.
Ama elbette bu rutini haftada birden ayda bire varan aralıklara yayarsanız, sadece sizin metni değil, metnin de sizi unuttuğunu hissetmeye başlarsınız. Bu şekilde tesadüfen birkaç iyi metin çıkarsanız bile süreklilik arz etmeyecektir. Burada biraz özveri ve öncelikleri sıralama eğilimi giriyor işin içine.
Günlük Kaç Kelime Yazmalı?
Peki ne kadar yazmak, kaç saat boyunca kâğıt-kalemle veya bilgisayarla baş başa olmak gerekir? Yazmanın, yazarlığın hiçbir aşamasında olmadığı gibi burasında da bir formül yok. Fakat konumuz gereği “Ne kadar yazmak lazım?” sorusunu farklı bir ölçü birimiyle ele alacağız burada: “Kaç saat yazmak?” değil de “Kaç kelime yazmak?”
Bu ölçüden bahsetmemizin iki önemli sebebi var:
- Sandığımız kadar geniş bir zamana ihtiyacımız olmadığını görmek.
- Kendi rutinimize uygun kelime hedefini bulmak, bu sayede bizim için doğru rutini oluşturmak.
Eserleri çok beğenilen, kimisi dünyaya mal olmuş yazarların yazma rutinlerini dinlediğinizde çoğunlukla kelime sayısı üzerinden konuştuklarını görürsünüz. Günde 500 kelime yazan da var, 1000 kelime yazan da. Tabii ölçüyü artırıp 2000, 5000 kelimeye kadar çıkan da var. Veya belli bir ya da birkaç sayfayı dolduran da…
Yazmaya Hazırlanmak
Bu noktada şu ana dek bahsetmediğim şu değişken ortaya çıkıyor: Günde 400 kelimenin ne kadar sürede üretileceği… Burada iki önemli noktaya dikkat çekmek gerek:
Öncelikle, yazıya hazırlıklı oturmanın önemi ortaya çıkıyor. Başka bir yazının konusu ama kısaca açıklamak gerekirse: Yazının türü, içeriği ne olursa olsun, belli bir plan dahilinde, araştırılmış, notlar alınmış, kaba yol haritası çıkarılmış olarak bir yazının başına oturduğunuzda, yani geriye sadece yazmak ve yazarken akla gelecek sürpriz ilhamları almak kalmışsa, on dakikanın bile kıymeti vardır. Masanın başındayken düşünmek ufuk açıcı olabilir. Ama iki paragrafta bir aklınıza bir bilgi takılıyorsa, bu bilgi için Google’a veya kitap raflarına gidiyorsanız, çalıştığınız tür ne olursa olsun tökezleyecek, yavaşlayacaksınız. Fiziksel ve zihinsel ekipmanlarınızı doldurarak masaya oturmanız faydanıza olacaktır. Yukarıda bahsettiğim not alma işi bunlardan sadece biri.
Diğer nokta da şu: Hızınız, rutininizi belirler ve üslûbunuzu etkiler. Bir oturuşta ortalama 200 kelime üretebiliyorsanız sizin rutininiz bu demektir. Ama sıkışıkken 200’er kelime yazıp, zaman bulduğunuzda 1000 kelimeye çıkarabiliyorsanız ve bunu zorlamadan, ittirmeden yapıyorsanız rutininiz budur. Günlük yaşamınıza, iş-okul mecburiyetlerinize, sorumluluklarınıza göre ortalama bir kelime/oturum sayısı belirleyin ve bunu tutturmaya çalışın. Tutturamasanız da önemi yok, yeter ki bu hedef sizi yazmaya çeksin ve size bir rutin versin. “800 kelime hedeflemiştim ama bugün 200 oldu,” demekte sakınca yok, çünkü rutin süreklilik sağladıkça “800 kelime hedeflemiştim ama 1200 kelime yazdım ve çok güzel oldu,” diyeceğiniz zamanlar da artacaktır. Burada önemli olan, bunun bir idealinin olmadığını bilmek ve başkalarının koşullarına bakarak kendinizi daha azına veya çoğuna göre sınırlandırmamak. Rutininiz size özeldir. Kaleminizin doyma noktası da. Önemli olan kendi rutinini bulmak ve ondan ayrılmamak.
Eğer her gün yazma şansı bulamıyorsanız, rutininiz sarkıyorsa, daha iyi motive olmak, kendinizi baskı altına almamak için haftalık kelime hedefi belirleyebilirsiniz.
Bazı Yazarların Günlük Kelime Sayıları
Şimdi, tanınan yazarların günde kaç kelime yazdıklarına bakalım. Bunları tamamen örnek vermek için derledim, hiçbiri “ideal kelime sayısı” vermiyor bize. Burada önemli olan, yazara göre ne kadar geniş bir aralıkta değişeceğini görmek:
- Maya Angelou – 2500 Kelime
- Margaret Atwood – 1000-2000 Kelime
- J.G.Ballard – 1000 Kelime
- Iain Banks -3000 Kelime
- Holly Black – 1000 Kelime
- Jon Creasey – 6000 Kelime
- Michael Crichton – 10000 Kelime
- Arthur Conan Doyle – 3000 Kelime
- Ernest Hemingway – 500 Kelime
- Stephen King – 2000 Kelime
- Jack London – 1500 Kelime
- Ian McEwan – 600 Kelime
- Dorothy Parker – 5 Kelime
- Mark Twain – 1400/1800 Kelime
- Anne Rice – 3000 Kelime
Bu yazıda daha çok, günlük işler yüzünden zaman bulamayanlar için konuşmamız yanıltmasın. Yazarak geçinebilme lüksüne sahip olan yazarların da bu kelimeleri tutturması bütün bir günü almıyor. Üstelik rutini oturttuğunuzda, bu çok az bir kelime sayısını/zamanı kapsıyorsa bile rutin sizi A noktasından B noktasına götürecektir.
Stephen King şöyle anlatıyor:
Ben günde 2000 kelime, yani on sayfa yazmayı severim. Bu da üç ayda 180.000 kelime eder ki, bir kitap için iyi bir uzunluk sayılır… eğer öykü iyi işlenmişse ve tazeliğini korumuşsa okur kitapta mutlu bir biçimde kendini kaybedebilir. Bazı günler o on sayfa kolayca çıkar; saat on bir buçukta yazmayı bırakıp ciğer sucuğu bulmuş bir fare gibi keyifle dışarıdaki ufak tefek işlerimi görmeye giderim. Yaşım ilerledikçe, kendimi masamda öğle yemeği yerken ve günün yazılarını on üç otuzda bitirirken bulmaya başladım. Bazen, kelimeler zor çıktığında, çay vakti geldiğinde hâlâ masamda oturur oluyorum. Benim için hepsi uygun, ama gerçekten çok çok gerekmedikçe o günlük 2000 kelimeyi yazmadan yerimden kalkma izni vermem kendime. (Yazma Sanatı, Altın Kitaplar, 2007, s.159)
Son olarak, yazarın/yazının niteliği, bir oturuşta ortaya çıkan kelime sayısıyla doğru orantılı değil elbette. Üstelik bir oturuşta yazılan 3000 kelimenin sadece bir taslak olduğunu ve revize aşamasında belki 2800’ünün hatta tamamının bile silinebileceğini göz ardı etmeyin. Bazen kurgunun gitmesi gereken yönü bulmanız için konuyu dolandırmak zorunda kalırsınız. Veya karakteri boş boş gezdirirsiniz. Sayfalarca saçmalamış, bocalamışsınız gibi gelir ama konunun/karakterin geldiği yer, size asıl varmanız gereken yeri gösterir ve içinize sinmesini sağlar. Sonra o aradaki gezintiyi/dolandırmayı siler veya revize edersiniz gerekirse.
Dolayısıyla bütün bu yazının bizi getirdiği yer de burası: Her yazma deneyimi kişiye özel ama kendi haritamızı çıkarmak da yine sağlıklı bir rutinden, kendi rutinimizi oluşturmaktan geçiyor.
Bu yazının sonunda akla şu soru gelebilir: “Aklıma bir şey gelmiyor ise kelime sayısının ne önemi var?” Rutin oluşturduysanız böyle bir sorun kalmayacaktır ama yine “ilham yanılgısı” üzerine konuşmayı başka bir yazıya bırakalım.
Yorumlarınızı, eleştirilerinizi, soru ve önerilerinizi yorum olarak yazabilir, bize bilgi@kalemkahveklavye.com adresinden ulaştırabilirsiniz. Editörlük ve danışmanlık hizmetleri hakkında bilgi almak için BURAYA gidebilirsiniz.