“Evet, edebiyatçı günahkar bir peygamber olduğuna inanmalıdır ve iğneyle kuyu kazar gibi sabırla kitapları okumanın yanı sıra kendini, insanlığı, toplumu ve doğayı okumalıdır.”
Çağımızın edebiyatı kısır ve sığ tartışmaların, bir yanıyla da tartışamamaların ortasında zenginleşemeden ve yükselemeden edebi nehrimize akmakta. Herkes günün yazarları ve eserleri üzerinden bilindik, farksız, alışılagelmiş tanıtım cümleleri kurmakta, edebiyat eleştirisi nehrimiz de bir kitabevi kataloğundan öte geçememekte. Oysa bugünün edebiyatçısının da edebiyat eleştirmeninin de sorunu pek alengirli, girilemez yahut ulaşılamaz yerlerde değil. Bütün mesele hız çağının entelektüel üretime gönül vermiş çocuklarının “okumadan yazmak” çabasında. Sorunu bu temel üzerinden ele alamazsak günümüz edebiyatının yıllar sonra literatürde “cahil cesareti dönemi” olarak adlandırılmasından korkmalıyız.
Ortaya attığımız tez büyük bir taşı kaldırmaya yönelik. Kitaplıkları devasa sayıda kitapla dolu olan yazarlarımız “ne demek okumadan yazmak, ya bu kitaplıktaki kitaplar ne” diye sorabilirler. Yazmaları için yeterli seviyeye ulaştıklarını düşünen yazarlarımıza bir karşılaştırma sunmak için kendi çağlarını ve ülkelerini aşarak tüm zaman ve mekanlara hitap edebilen büyük yazarlardan Tolstoy’un günlüğünden bir kısım alalım:
“İki yıl boyunca köyde yapacağım işler: 1) Üniversite bitirme sınavları düzeyinde tüm hukuk kitaplarını okumak; 2) pratik hekimliği ve bir ölçüde de teorik hekimliği öğrenmek; 3) Fransızca, Rusça, İngilizce, İtalyanca ve Latinceyi iyice incelemek ve öğrenmek; 4) agrogomiyi (tarım bilimi) teorik olduğu kadar pratik olarak da öğrenmek; 5) tarih, coğrafya, istatistik konularını incelemek 6) matematik çalışmak (lise programı); 7) bir tez yazmak; 8) müzik ve resim alanında en yüksek düzeye ulaşmak; 9) yaşam kurallarını yazmak; 10) doğa bilimleri alanında belirli bir düzeye ulaşmak; 11) inceleyeceğim tüm konularda yazı yazmak.” (17 Nisan 1847)
Bugün Tolstoy gibi tarihe ve insanlığa mal olmuş sanatçıların hemen hemen hepsinin büyük eserlerini üretmeden önce icra ettiği sanatın amacını ve anlamını çözümlemiş olduklarını görüyoruz. Çözümledikleri şey ne yaptıklarının ve ne yapmak istediklerinin farkında olmaktır. Edebiyatın hayatın belki de ta kendisi olduğu ciddiyetiyle, hayatı aldıkları kadar yazdıklarını da ciddiye alırlar. Onlar için yazmak, hayatlarının eylemsel boşluğunu dolduracak şey değildir, onlar, anlamsal boşluğun peşinde, aramak, çözmek, değiştirmek, yaratmak ve anlamak üzerine çabalarlar. Bu nedenledir ki yaşamları ile eserleri birbirinden kopuk olmaz, çelişkiler yumağı ile kaplanmaz. Bir nevi yaşamlarını ve eserlerini birbiriyle beslerler.
Stendhal 43 yıl edebiyat dünyasından kendini esirgemiştir; hem kendisinin hem de dünya edebiyatının başyapıtlarından olan “Kırmızı ve Siyah”ı 43 yaşında yazmaya başlar. Proust üzerine tezler yazılacak olan “Kayıp Zamanın İzinde”yi ömrünün son on yedi yılında kaleme alır. Salinger en güçlü öykülerinden “Esmé İçin- Sevgi ve Sefaletle”yi 2. Dünya Savaşı’nın ölüm nehrinden çıktıktan sonra kağıda döker ve başta The New Yorker tarafından kabul edilmeyen öyküyü derginin yayımlaması için son noktada altı sayfa kısaltana kadar uğraşır. Hemingway, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”u yazmadan önce İspanya İç Savaşı’nın kurşun yağmurunda siperlerde dolaşır.
Bunlar kağıdın sararmış kısmında duruyor gibi gözükebilir ancak bir yazarın önüne ışık tutacak en önemli şeyi bizlere bu sararmış sayfalar sunmakta: “Tutku.” Unvan ve şöhret kavramlarının uzağında bir varoluş duygusuyla yazan bu isimler edebiyatın gücünün nereden doğduğuna dair en önemli ipucunu veriyor bize. Tamamını hala bütünlüklü bir şekilde okuyamadığımız Honore De Balzac’ın eşsiz ‘puzzle’ı “İnsanlık Komedyası”nın, günde on üç saatini bir kürsünün önünde, ayakta yazarak geçiren bir adam tarafından yazıldığını düşününce, bu tutkunun ateşi yüzümüze bugün bile vurmuyor mu?
Öyleyse kameranın ışıklarını tarihin sarı sayfalarından bugünün steril yapraklarına çevirelim. Günümüz yazarları edebi eserlerini üretirken tutkularını mı yoksa çok satarlık ünvanını mı yazma gücünün temeli olarak görüyor? Ürettikleri eserlerle neyi amaçlıyor? Aşmaları gereken eserler olarak önlerine koydukları çıta Tolstoy’un bir eseri mi yoksa Alper Canıgüz’ün bir kitabı mı oluyor? Kilit soru belki de burada yatıyor, yazarlarımız eserlerini üretirken çıtayı nereye koyuyor?
Hemingway, “By-Line: Selected Articles and Dispatches of Four Decades” eserinde “Bir yazar nasıl kitaplar okumalı?” sorusuna “Neleri alt etmesi gerektiğini bilmek için her şeyi okumuş olmalıdır” diye yanıt verir. Her şeyin okunamayacağı gerçekliğini göz önünde bulundurarak da olmazsa olmaz denilebilecek, Turgenyev’den Kipling’e, Flaubert’ten Tolstoy’a, Yeats’den Thomas Mann’a kadar kabarık bir liste sunar. Ayrıca bunun bir üç katı daha var diye de ekler. Peki Hemingway’in alt etmekten kastı nedir? Yazar bunu şöyle açıklıyor: “Eğer daha iyisini yapamayacaksan önceden yazılmış bir şeyi bir daha yazmanın bir anlamı yoktur. Bizim zamanımızda bir yazarın yapması gereken ya daha önce yazılmamış bir şeyi yazmak ya da ölmüş birini yaptığı işte geçmektir.” Buradan Hemingway’in çıtasının ne olduğunu ve kimler olduğunu anlıyoruz. Bugünün yazarının da edinmesi gereken temel aşama budur.
Öldükten sonra kıymeti anlaşılan, geniş kitlelerce okunur kılınan Kafka gibi büyük isimlere sığınarak yazdıkları düşük bütçeli cümlelerin değerinin sonra anlaşılacağına inanan bugünün yazarı bilmelidir ki Kafka “Dönüşüm”ün ilk cümlesini kurduğunda dünya edebiyatında açılmamış bir kapıyı açıyordu. Bugünün kendi gerçeğinin farkında olmayan yazarlarının hayal dünyasında yaşaması, aşması gereken edebi çıtayı saydığım isimlere koymamasıyla doğrudan ilintili. Yazarlarımız “daha iyisini yazarım” dediği edebi çıtayı Murat Menteş, Ece Temelkuran, Elif Şafak gibi isimlerin yazdıklarına koydukça elbette edebiyatımız yükselememeye, kitaplar çekirdekler gibi çitlenip yerlere atılmaya mahkum olur. Oysa Tolstoy çıtayı İsa’ya koymuştu. İncil’den daha iyisini yazarım dercesine “İncil’in Kısa Bir Özeti”ni kaleme alan bu cesur ve günahkar peygamber elbette “Savaş ve Barış”ı, “Anna Karenina”yı, “Kazaklar”ı yaratacaktır.
Evet, edebiyatçı günahkar bir peygamber olduğuna inanmalıdır, ihtiyacımız olan da budur ve iğneyle kuyu kazar gibi sabırla kitapları okumanın yanı sıra kendini, insanlığı, toplumu ve doğayı okumalıdır. Edebiyat kişisel mirasımızdan çok daha büyük bir servettir, ona katkı yapacakların birden daha fazla kez düşünmesi gerekir. O nedenle Tolstoy’un “Hayat Üzerine Düşünceler” yapıtında kendine sorduğu gibi her yazarın kendine zaman zaman sorması gereken bir soruyu hatırlatalım: “Fazla mı aceleci, fazla mı sabırsızım?”