Hikâyeler sadece yazmak, okumak, dinlemek için değil; onlar aslında hayatı, kendimizi ve başkalarını anlamak ve tanımak için birer kod işlevi görüyorlar. İçimizdeki ve dışımızdaki dünyayı anlama, anlamlandırma süreci; olmuş, olan ve olabilecek her şeyi bir kurgu üzerinden biçimlendirmek üzerine kurulu. Yani bir bakıma “hayatımız hikâye”, evet. Will Storr’un Timaş Yayınları’nca Esma Fethiye Güçlü çevirisiyle Türkçeye kazandırdığı eseri Hikâye Anlatıcılığının Bilimi tam da bu durum üzerine kurulu. Kitap, doğrudan bir yaratıcı yazarlık kitabı sayılmaz, aynı zamanda yine adından hareketle büsbütün bir bilimsel kitap olduğu da düşünülmesin.
Bilim kelimesi burada önemli; çünkü bir sanat olarak bildiğimiz, öte yandan zanaat kısmının da azımsanmaması gereken yazma, anlatma uğraşının bilimsel kısmına odaklanıyor. Ne anlıyoruz bu bilimsellikten: İnsanın hikâyelere eğilimi, nöral ve evrimsel bir süreçte şekillenen, kemikleşen bir durum..
“Hikâyelerden keyif almak üzere programlanmış varlıklarız.”
Storr, bu cümleyi hem insan iletişiminin bir parçası hem de ölüme direnmenin bir aracı olarak ifade ediyor.
Bu Kitabı Okumalı mıyım?
Aslında yazının sonunda sorulması gereken soruyu en baştan cevaplayarak çizmek istiyorum çerçeveyi: Hikâye Anlatıcılığının Bilimi adından ötürü bunun tamamen “yazmak” üzerine olduğu beklentisiyle okursanız düş kırıklığına uğrarsınız. Ama yazmak üzerine kitaplar arayan biriyseniz okumayın anlamına da gelmiyor söylediğim. Kitap, evrimsel sürecin getirdiği nöral algılama biçimlerinde hikâyeleştirmenin ne kadar belirgin olduğunu anlatsa da sık sık verilen örnekler ve satır aralarına yerleştirilmiş kimi bölümler, yazmakla ilgili ipuçları arayanlar için ilgi çekici ve pratik faydaya hitap ediyor.
İncelemenin devamını bu iki yönlülüğe dayanarak anlatmaya devam edeceğim.
Kahramanın Yolculuğu ‘ndan Hikâye Anlatıcılığının Bilimi ‘ne
İnsan türünün ve tarihinin hikâyelere olan eğilimi denildiğinde akla hiç kuşkusuz Joseph Campbell’ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu eseri ve teorisi gelir. Bu teori ve eser, insanlık tarihi boyunca anlatılan hikâyelerin belli başlı motifler, kurgular üzerinden ilerlediğini mitolojiyi merkeze aldığı bir açıdan anlatıyor, malumunuz.
Will Storr da, biraz da kaçınılmaz olarak elbette Campbell’a atıflarda bulunuyor. Ama Campbell’ın monomitindeki “olay örgüsü”nün yerine “kahraman”ı merkez alıyor. Belirleyici olanın, kahramanın yaşadıkları, düşündükleri, bunların sonucu olan değişimler ve dolayısıyla okurdaki yansıması olduğunu savunuyor.
Dolayısıyla Hikâye Anlatıcılığının Bilimi de “merkezde olanın kahraman olduğu”, yani gerçek hayattaki karşılığı olarak “esas olanın bireyin kendisi” olduğu temelinden hareketle anlatıyor bize.
“Hikâye Değişiklikle Başlar”
Storr’un nöral bakış açısının temeli “değişim”e dayanıyor. Zihnin nörolojik olarak değişime duyduğu ilgiyi anlatıyor ve verdiği örneklerle birkaç roman açılışında doğrudan bir değişimden bahsedildiğine dikkat çekiyor. İyi açılış paragraflarının veya cümlelerinin okura bir değişim sunmasının önemini vurguluyor. Bu, zihnin konforunun bozulması gibi bir işleve sahip olduğu için, nöral açıdan anlamlı bir yere oturuyor.
Değişimin getirdiği bir sonuç da merak: Bu yeni duruma neler sebep oldu ve bu yeni durumun sonucu beni nereye götürecek? İyi eserlerin, okura bu soruları sordurarak onu bir yerden bir yere götürmesinin altındaki sebebin bu değişim-merak çizgisi olduğunu vurguluyor.
Loewenstein’ın Merakın Psikolojisi kitabından aktardığı, “merakın geçtiği dört yol”, kitaptan yazma teknikleri açısından verim almak isteyenler için kullanışlı:
- Bir soru veya bulmaca
- Çözülmemiş bir dizi olay
- Karşılıksız bir beklenti yaratmak ve açıklama arayışı
- Cevabın başka birinde olduğuna dair bilgi
Her ne kadar ilk bakışta çok sıradan ve genel geçer bilgiler gibi görünse de yazma sırasında usta yazarların bile çokça gözden kaçırdığı bu noktalar, insan zihninin işleme biçimini anlatan bir kitap çerçevesinde görünce akla daha iyi kazınıyor.
Değişim konusunda bir tür modellemeye de gidiyor Storr, daha iyi anlatabilmek için. Önce çocukluktan itibaren -sadece kurmaca anlatılar değil, gerçek hayatı da- masallarla, hikâyelerle veya hikâye ederek algıladığımızı söylüyor ve devam ediyor:
“Büyüme çağında hikâye oluşturma mekanizmasına maruz kalan beynimiz, öncelikli olarak kim olduğumuzu, bizim için nelerin önemli olduğunu ve istediklerimizi elde etmemiz için nasıl davranmamız gerektiğini çözmekle uğraşır.”
“Büyüyüp yapı olgunlaştığında, doğrunun o olduğunu sanır ve kusurlu düşüncelerimizi savunuruz,” diyor ve bu psikolojik tespitleri hikâye anlatıcılığı açısından şu önemli noktayla birleştiriyor:
“Savunmak uğruna savaşa gireceğimiz inançlar, kişiliğimizi, değerlerimizi ve çevremizi kontrol etme teorimizi şekillendiren inançlardır. Bunlara yapılan saldırılar, gerçekliği deneyimlemek için kurduğumuz temel yapılara karşı saldırılardır. Başarılı hikâyelerin itici gücü, bütün inançlarımıza yapılan saldırılardır.”
Buradaki “inanç” kelimesinin dini ve manevi inançlardan daha geniş bir anlamı içerdiğini söylemeye gerek yok diye düşünüyorum.
Storr’un dikkat çektiği bu gerçek, ister istemez Kafka’nın o meşhur sözünü akla getiriyor: “Eğer okuduğumuz bir kitap bizi kafamıza vurulan bir darbe gibi sarsmıyorsa, niye okumaya zahmet edelim ki?”
Dramatik Soruyu Doğru Tespit Etmenin Önemi
Storr’un, karakteri merkeze aldığını söylemiştik. Bu, onun bir eserin temel dramatik sorusunu da karakteri üzerinden kurmasını sağlıyor: “Ben kimim? Bu kahraman/karakter kim?”
Ve yazmakla ilgilenenlerin işine yarayacak kilit bir püf noktasına daha dokunuyor: Bu soruyu, karakterin yeni bir seçim yapmaya itildiği her durumda tekrar sorarız. (Bkz. değişim/seçim.)
“Bu sorunun gücünden faydalanmanın yolu, cevabın kolayca bulunmamasında.”
Sebep-Sonuç İlişkisi
“İnsan zihni episodik çalışır, sebep-sonuca muhtaçtır. Sebep-sonuç çizgisini kaldırınca zihnin konuştuğu dili konuşmamış oluruz.”
Her ne kadar bu ilişkiyi muğlaklaştıran başarılı deneysel metinler bu yargıyı taca çıkarır gibi görünse de, iyi yazmanın zaten tek bir yolu/formülü olmadığını düşündüğümüzde, bu yargının geçerliliğini genel olarak koruduğunu söylemek yanlış olmaz.
Dan Brown‘ın Masterclass dersinde de bahsettiği bir nokta vardı: “Her bölüm bir vaat yaratın ve okuru oraya sürükleyin.” Merak ve sebep-sonuç mevzuuyla ilgili Storr, Amerikalı bir senarist olan Aline Brosh McKenna’nın bir ifadesini paylaşıyor: “Sahnelerin arasında her zaman bir ‘çünkü’ olması gerekir, ‘sonra’ değil.”
Bu çok kilit ve gözden çok kaçırılan bir nokta. Bu kitaptan kendi adıma aldığım önemli hatırlatmalardan birisi de bu aslında.
Bağlam: Gözden En Çok Kaçırdıklarımızdan
Türkçe okurunun ama en çok da yazarının/yazar adaylarının gözden sıkça kaçırdığını, hakkını yeterince vermediğini gözlemlediğim bir unsur da “bağlam”. Tüm kelimeleri, anlatımı, anlamı bir yere bağlayan bir tür tutkal işlevi gören bağlam, kelimelerden cümlelere, cümlelerden paragraflara geçişlerde o kadar çok kopuyor, kesintiye uğruyor ki okurun baş dönmesi çok daha hızlı ve keskin oluyor.
Storr “son” kavramını da bir güdü olarak “hedefe odaklılık”a bağlıyor, bu odaklılığı şart koşuyor ve bunu “bağlam” kavramıyla özdeşleştiriyor.
Sayfa 208’deki orta uzunluktaki paragraf örneği çok çarpıcı. Kitabın hakkını yememek için sadece durumu anlatacağım: Bu paragrafta son derece düzgün cümlelerle bir şeyler anlatılıyor ama tam olarak neyden bahsedildiği kesinlikle anlaşılmıyor.
Daha sonra bir tema, yani bir bağlam verilerek tekrar okunması isteniyor ve bütün cümleler müthiş bir şekilde anlama kavuşuyor. Bir grup testinde kullanılan bu örnek, yazmak isteyen herkes için öğretmen niteliğinde: Bağlamınızı net belirleyin ve okuru oraya çekin.
Yazmak İçin Tüm Bunlara İhtiyacımız Var mı?
Bu sorunun belki de bir kitap hacminde açıklamaya ihtiyacı olabileceğini bilerek buraya yazdım. Her fırsatta, her atölyemde, söyleşimde tekrar ettiğim ve merak edilen bir nokta olduğu için bir kez de burada söylemek isterim: Yazmak, çalışmanın yetenekten çok daha önemli olduğu bir uğraş. (Aslında belki tüm uğraşlar da böyle olsa gerek.)
Bu yüzden yaratıcı yazarlık ile ilgili kitaplar okumak, yaratıcı yazarlık atölyeleri ile çalışmak elbette önemli ama bunların hiçbirinin sihirli formüller vermeyeceğini, işin önünde sonunda yine yazar olarak size kaldığını bilerek.
Peki tüm bu kitapların anlattığı kadar “okuru” düşünmek zorunda mısınız? Orası tabii ki size kalmış. Okur odaklılığı bir tür ticari kaygı veya edebiyatın yalnızlık damarına ihanet gibi görenlerin sayısı az değil; ama bir yandan da her zaman değilse de çoğu zaman bizi anlaşılmak, hissedilmek, okunmak için yazının başına geçiren o güdüyü yok sayamayız diye düşünüyorum.
Bu yüzden, en kestirme ifadeyle, yazma yoluna girdiysek karşımıza çıkan her şeyi elden, gözden, süzgeçten geçirmek gerekir diyebilirim.
Bitirirken, Hikâye Anlatıcılığının Bilimi‘nde tam da işin okunmak>anlaşılmak>satış yapmak eğrisine ve bunun, insanın nöral yapısıyla ilgisine dair ilgimi çeken şu bilgileri de özetleyeyim:
- Okur, hedef/amaç, yani odak, yani bağlam istiyor:
“Hedef, hikâyenin ateşleme noktasında görünür olmalıdır. Ancak hikâyelerin birçoğu, tam da bu noktada başarısız olmaktadır. (…) Analizler, ilk bölümlerinde ‘yapmak, ihtiyacı olmak, istemek’ kelimelerinin geçtiği romanların, geçmeyenlere göre NYT listelerinde daha çok yer aldığını gösteriyor.”
- New York Times çok satanlar listesindeki kurmacaların %80’i aynı olay grafiğini izliyor.
- En sık rastlanan temalar: İnsan yakınlığı ve insanlar aralarındaki bağ. Yani hipersosyal türler.
- Grinin Elli Tonu ile Da Vinci Şifresi‘nin olay örgüsü grafiği büyük benzerlik taşıyor.
Bu yazıda kitabı daha ziyade “anlatmak”, içeriğini merak edenlere kendi notlarımla sunmak istedim. Kitabı sevgili Şeniz Baş’la birlikte biraz da eksi yönleriyle ele aldığımız ve yorumladığımız “Hayatımız Hikâye mi?” videosunu Youtube kanalımızda izleyebilirsiniz:
[…] Hikâye Anlatıcılığının Bilimi – Bilim, Hikâyenin Neresinde? […]